Uçurumun Kıyısındaki Şehir
Uçurumun Kıyısındaki Şehir
– Duygu Karakaş –
Kış kıyamet bir rüzgârın uğultusu arasında yapayalnız kalmış, yüreği yaşlı bir kadının hikâyesi… Dudaklarında begonviller gibi açan tebessümlerden bir buket olmuş. Hüzün ve kırılmışlık yüklü yüreğine armağan olarak sunulmuş bir buket. Konuşsa mis kokulu cümleler gönderecek gökyüzüne; oysa o, sağır yüreklerin kuytusunda solan yapraklarını döküyor gün geçtikçe…
Yürümeye devam etti hikâyesini yaşamın kıyısında yaşayan kadın. Soluk soluğa terketti o şehri. Ne bağlanacak kadar kaldı ne de bir kez dönüp baktı geriye. Pişmanlık kelimesinin zihninde bir karşılığı yoktu. Kitap kokulu evinden uzaklaştıkça dünyanın binbir renkteki yüzüne şahit oldu. Doludizgin yolculuklar toplamıydı hayat. Etrafına baktı, bu şehirlerin yabancısıydı. Ait hissedemedi insanların yapmacık telaşlı hâllerine. Bir şehir görmüştü düşünde, orada sevgiler kitap kokuyordu, aldatmıyordu kimse kimseyi. Evet, bir şehir görmüştü düşünde, bombalar yağmıyordu bebeklerin beşiklerine, gökyüzü hâlâ maviydi, İnsanları hâlâ insan… Yürüdükçe tarihin inleyen sesini, ten renklerinin sessiz çığlıklarını duymaya başladı. Kapattı kulaklarını inkâr etti, yok saymak istedi ama yapamadı. Adaletsizliğin iktidar olduğunu gördükçe varlığından utandı. Asıl uçurumu insanlar inşa ediyordu. Güzel şehirlerin güzel mekânlarındaki insanları dinledi. Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki eşsiz manzarayı görmenin mutluluğunu paylaşacak kimseleri yoktu ve onlar hâlâ yalnızlığın iliklerine kadar işlediğini görmemek için ışıltılı, yüksek sesli dört duvarların içinde gerçeği duymama sarhoşu olma peşindeydiler. Barışık değillerdi ve güçlü olmadıklarını itiraf edemeyecek kadar bitmek bilmeyen bir iç hesaplaşmanın içindeydiler. Kendileriyle ihtilaflıydılar.
Susadı kadın. Bu suda arınır mıydı? Kaşla göz arası mesafede ölüme uzak olan insanların yıpranmış ve tarumar olmuş dünyalarından uzaklaştı. Hava kararmak üzereydi. Zamanlarının kıymetini bilen, her saniyenin hesabını yapan insanlara rastladı. Çünkü onlar geçim derdi ve yaşam kaygısı olan semtlerin, hayal kurmaya izni olmayan metalarıydılar. Hikâyesinin ağırlığı altında sarsılan kadına yargılayıcı gözlerle bakmadılar. Bilgileri kıt da olsa görgülerini yansıttıklarını, ilgilerini bilgilerini artırmaya ve yaşam alanına aktarmaya gayret ettiklerini gördü. Hıçkırıkları duyulmasın diye içine attığı, sokakların koynuna akan gözyaşlarını kim silecekti? Birilerinin varlık içinde yaşadığı depresyona, diğerinin ömründen verdiği emeğin karşılığı olarak kaç para lütfederdi, insanların adaletli zannettikleri terazileri? Yıkık duvarların altında yere serilmiş yırtık bir battaniyenin altında bitkin olan uykusuz çocuğun umutları uykularını kaçırırken ne kadar çaresiz kaldığını anımsadı kadın. Bakışlarındaki duygular onları incitir endişesiyle çıktı oradan. Can taşıyan bedenlerdeki ezilmişliğin toprağa yansıyan yönüne eğilip baktığında gördü, mazlum ve masum gözlerdeki sevgiyi; hedefe ulaşmak isteyen amaçlı çaresiz çırpınışları…
Mor hırkası, düşünceli zihniyle sanki bu dünyaya ait değildi. Kendisini bir misafir, yabancı veya yanlışlıkla bu dünyaya inmiş gibi hissediyor, kayıp bir insanın yurdunu aramasına benziyordu bu durum. Nereye gidecekti şimdi? Kaybettiğini ya da aradığını bulacak mıydı?
Birden uyandı kadın. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Susamıştı. Bir bardak suyla kana kana içerek susamışlığını gidermek istediğinde derin düşüncelere daldı…