ÜÇ İKİ BİR KAYIT: HERKES ROLÜNÜN BAŞINA!

ÜÇ İKİ BİR KAYIT: HERKES ROLÜNÜN BAŞINA!

– Duygu Karakaş –

Hangimiz daha iyiyiz? Kime göre hangi role girmemiz gerekiyor? Kadın üzerinden kendini tanımlayan erkeğin karşısında ki ezeli rakibi kim? Yaratılıştan gelen bir farklılığın var olduğu gerçeğini görmezden gelerek eşit ve özgür yaşam tarzı isteğinde bulunan yüksek sesli kesim aslında kadınları ikili yükün altında bırakıp yıpranma payını artırmaktadırlar. Kadın ona verilen rolü -genel olarak- en iyi şekilde yapmaya çalışırken dışarıdan bir gürültüyle aslında özgür olmadığını öğrenir. Eskiden evinin içinde yeni bir dünya inşa etmenin heyecanını taşıyan kadın artık kendini değersiz biri gibi hisseder ve yaptığı işin önemsiz olduğunu düşünmeye başlar. Çünkü artık “değer” kelimesindeki anlam parasal olmaktan öteye gidemez. Bir şey maddi getirisi varsa değerlidir. İşte ailenin içine sızan bu zehirli düşünce; kadını da çalışma hayatının bir parçası hâline getirir. Bununla da kalmaz çocukların da parklardan bahçelerden alınıp işçi olması için gereken tüm altyapı hazırlanmıştır. Evet, artık kadın yemek yapmamakta, çamaşır yıkamamakta ve çocuğunu kreşlerde büyümesi için bir kez bile tereddüt etmeden bırakıp “özgür” olduğunu düşündüğü dünyaya doğru adım atmaktadır. Başkalarının kârını artıran, sermayelerini onlarca katına çıkaran bu işçiler, sistemin vazgeçilmezi hâline gelmişlerdir. Erkeğin yapabileceği her şeyi kadının da yapabilir olduğu iddiası gün be gün büyümekte ve annelik rolü tozlu raflarda, babaannelerin çiçekli eteklerinde, duvara asılan eleklerin ardında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Renklerin kendi tonlarında kullanılarak yapılan bir tablonun karşısındaki hayranlık, erkek ve kadın kimliklerinin karışmadığı zamanlarda da aynı güzelliği uyandırmaktadır. Postmodern dönemin en büyük özelliği, olması gerekeni değil olmasını istediğini dayattığı ve bunu yaparken de asla ürkütmeden zorlama olmadan yapmasıdır. Rolleri verirken yönetici olarak değil de bir dost edasıyla yaklaşıp benimsetir. O kadar ki kimse “neden” diye sorma ihtiyacı duymaz. Hangi kimliğe nasıl, ne zaman bürünmesi gerektiği zaten belirlenmiştir.  “Ben” olma duygusuyla hareket etmenin en doğal hak olduğu bütün yollar(siyaset, kültür, medya, teknoloji) kullanılarak empoze edilmiş aksini düşünmek sadece anormal olmakla itham edilip dışlama yoluna gidilmiştir. Hiç kimse o denli yalnızlaşmayı göze almak istemediği için, inanmış gibi yapmak zorundadır.

Osmanlı döneminde genel aile yapısındaki düzen ve devamlılık son derece önemli bir konuydu. Bu yüzden kadın bilmediği işler için kursa gider, etrafındaki bilen kadınlardan yardım alır ve öğrenirdi. Çünkü aile içinde yapılan her şey kutsal yuvanın selameti içindi. Çocuğun olduğu zaman onu ahlaklı insan olarak yetiştirmek, anne ve babanın en büyük göreviydi. Bu bir yük değil tam tersine sorumluluk gerektiren mühim bir ödevdi. Anadolu’da çoğunlukla özünü koruyan aile biçimi sonraki dönemde yapılacak olan evliliklere önemli oranda örnek teşkil etmektedir. Anneler kızlarına ilk kavga da bırakıp gelmesini değil; evliliğin idare edilmesi için ne gerekiyorsa yapılmasını öğütleyen bir rol model olmuşlardır. Babalar ekmeğini taştan çıkaran, kadını gerekmedikçe ev dışı işlerin sorumluluğuna mecbur bırakmayan yapıdadırlar. Tabii ki burada geleneğin ve göreneğin yıpratıcı yönlerini görmezden gelmek doğru bir değerlendirme olmaz. Dinin gereklerinin değil de geleneğin emirlerinin(dini kural varsayılan yıkıcı ve sorgulanmayan) yaşandığı zamanların çokluğu tarihin sayfa aralarında oldukça fazladır. Kuşkusuz herkes kendinden önce gelenin taklitçisi, kendinden sonrakilerin kimi zaman besleyici toprağı kimi zaman hatırlamak istemeyeceği bir detayıdır. 

Kadın ve erkek arasındaki temel fark nedir? Fark olmasaydı iki cinsten söz etmek mümkün olur muydu? Bir kavramın tanımını yapabilmek için sadece kökünün nereden hangi dilden geldiğine bakmak yeterli değildir. Şayet o şekilde bir tanım her kitabın içinde sözlük kısmında karşımıza çıkacak türden olur. Her yönden ele alınması gereken bu iki kavram ve bu kavramların ifade ettiği kimlikler, ne olduğumuzu nasıl davranmamız gerektiğini nereye ait olduğumuzu hatırlatacaktır. İki farklı cinsi bir kenara koyup insanın tanımını yaparak yola çıkacak olursak; umutlardan, korkulardan, zaaflardan, özlemlerden örülü bir kalp ve hafıza, etten kemikten oluşan kırılgan bir vücut. Temelde böyle bir benzerlikle rabıtalı olup, biyolojik farklılaşmayla ayrışan kadın ve erkek, rol olarak da kimlik olarak da ayrıdır. Bu iki cins birbirinin zıttı, üstünlük sağlamaya çalıştığı ezeli rakibi değil; bir yapbozun eksik parçası olduklarını idrak ettiklerinde, içinde bulundukları yegâne boşluktan kurtulabilecek olma ihtimalini, her seferinde göz ardı etmektedirler. Bu boşluk modern dönemde bir nebze de olsa daha az bir şekilde sirayet etmiştir. Çünkü inançla aile bağlarıyla değerlerle kurulan tüm ilişkiler geliştirilmesi gereken yerde zayıflatılmış; benlik duygusu yavaş yavaş ağır basmaya başlamıştır. Postmodern döneme gelindiğinde ise bu bağlar tamamen koparıldı ve yerine hiçbir şey ikame edilmedi. Bu özgürlük adı altında benimsetildikten sonra boşluklara bir de karanlıklar eklendi. Vitrinlerin, alışveriş merkezlerinin raflarındaki yapay ışıltılar anlık mutluluklar için yeterli oldu. Herkes kendi hayatının süper starı, hatta diğer insanların vazgeçilmezi olduğunu düşündü. Bunu sağlayabilmenin ve sürekliliğini sağlayabilmenin yolu ise modaya uymak “herkes gibi” olmaktan geçiyordu. Ayaküstü içilen kahvelerle, çatal kullanmadan yenilen patateslerle, dans etmenin içkisiz olmadığı mekânlarda, sosyal medyanın karakterlerinde, rengârenk emojilerde, yapmacık fotoğraf karelerinde mutlu olduğuna inandırmak uğruna mücadele etmek zorunda kaldılar. Yanı başındakiyle konuşmayı denemek yerine, herkes kendi derdinin dünyanın en önemli sorunu olduğunu düşündü ve kalabalıklar içinde yalnız kalmanın tadına vardılar. Bazıları ise daha şanslıydı! Evlilik fiilinin o baş döndürücü heyecanıyla hareket ettiler. El âlem ne yaptıysa -onun onlardan ne eksiği vardı ki?- aynısını yapmaya çalışıp yuva kurmanın ne demek olduğunu bilmeden aynı çatının altında yaşamaya başladılar. Her şey gibi zaman geçtikten sonra alışılmıştık hissi ağır bastı ve artık heyecan kalmamıştı. Bu noktada zaten aile gibi oldukları söylenen iş yerindeki insanlarla daha çok vakit geçirildi. Artık eksikleri bulmak daha kolay olmuş, insanların dedikleri daha çok önemsenir olmuştu. Aynı evin içinde konuşmayan; konuşsalar da birbirilerini anlamayan, tanımayan; birlikte bir hayatı devam ettirebilmek için bahaneler bulmak yerine, kusur bulmayı ödev edinmiş bireyler çoğalmıştır. Kadının çalışma hayatına girmesiyle ev içi işlerden öte eş ve anne olma konusundaki ihmalleri; erkeğin çabasız ve dışarıyla içli dışlı olan tavrı netice olarak ortada bir ailenin olmadığını gösterir. Kendi kimliklerini benimseyemeyen ve rolünü üstlenmekten korkan erkek ve kadından toplumun anne ve baba rolü oynanması beklendiği zaman, büyük bir kaos ortamı oluşmaktadır. Kendi dünyasında çözüm bulamadığı sorunlarını aşmaya çalışan kadın ya da erkek bir de aile içindeki sorumluluğunun üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Hâl böyle olunca her iki tarafta da savaşan ve ne mağlup ne galip olamayan birey sadece yorgun bir savaşçı olarak bitirir bu muharebeyi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir