“Sosyal Medya Üniversitesi Boş Bilgiler Fakültesi” Gençliği

“Sosyal Medya Üniversitesi Boş Bilgiler Fakültesi” Gençliği

– Özlem Doğan –

Yeni nesil eğitimi kimden alıyor;  ailesinden mi, okulundan mı, sosyal medyadan mı yoksa hayattan mı? Veyahut hepsi birden mi genç dimağları etkiliyor? Elimizde olanla mı idare edeceğiz yoksa Necip Fazıl Kısakürek’in Gençliğe Hitabe’sinde bahsettiği, “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir.” şuurunda bir gençlik yetiştirerek Türkiye’mizi çağa hükmeden bir ülke hâline mi dönüştüreceğiz? Bu sorunun cevabı Google’da değil, bizde!

ÖZLEM DOĞAN

Günümüzde eğitim öğretimin önemi diploma ile bağlantılı olduğundan çocuklar anaokulu döneminden itibaren yıllarca sürecek bir yarış içerisine giriyor. Peş peşe bitirilen okulların yanına türlü türlü kurslar ekleniyor. Üstelik zamanında eğitim öğretim hayatını tamamlayamamış ve bunun eksikliğini duyarak hayata atılmış ebeveynlere de üniversite kapılarında rastlayabiliyoruz. Gerek dinimizde gerekse örfümüzde eğitim ve öğretimin büyük bir yeri var. Peygamberimizin yakın dostu, ilk iman edenlerden Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” demiştir. Peygamberimiz de “İlim Çin’de bile olsa gidiniz.” buyurarak ilim ve bilimin peşinden gidilmesi gerektiğinin önemini vurgulamıştır. İslam tarihinin önemli savaşlarından biri olan Bedir Savaşı’nda esir alınanlardan on Müslümana okuma-yazma öğreten esirler de serbest bırakılmıştır. İlk emri “Oku” olan kitabımız Kuran’ı Kerim’de de sık sık “düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz” sorusu sorulur insana. İşte bu minvali kendisine düstur edinen ecdadımız da, sarayda şehzadeleri küçük yaşta sıkı eğitimlerden geçirirdi. Zaten bu donanımın neticesinde 600 yıl boyunca Osmanlı üç kıtada hüküm sürdü.

Diplomaların ardındaki olmamışlık

Atalarımız “ağaç yaşken eğilir” demiştir. Tabii bu eğitim sadece okulla sınırlı değil; ebeveynler, hatta dede ve ninelerin çocuklar üzerindeki eğitim faktörü yadsınamaz. Çocuk, ailesinden aldığı terbiyeyi yansıtan bir aynadır. “Nerede o eski günler” özlemi işte tam bu noktada devreye giriyor. Ailelerin cep telefonları içerisinde yitip gitmediği dönemlerde aileler genişti. Çocuklar saygıyı, örfü, merhameti, önce babaanne, dede ve anneanneden öğrenir, anne babasına büyüklerinden gördüğü şekilde davranır ve gerektiği yerde susmayı bilirdi. Şimdi üç kişilik ailelerde abartılarak aşılanmış fakat altı doldurulamamış özgüvenlere kurban edilen eğitim, ruhsuz birer damgalı şahadetnameden ibaret olup kalıyor.

İslam coğrafyasının unutulan altın çağları

Eğitim-öğretim artık sadece mürekkep yalamış insan demek değil. Kimi bir zamanlar meleklerin hocasıyken isyan eden şeytan gibi ilmini kötüye kullanırken kimi de ticarethanelere dönüşen özel üniversitelerde aldığı eğitimle yarım yamalak ortada dolaşıyor. Bazısı da eğitimini sadece bir kartvizit olarak kullanıyor. İçinde yok olup gittiği kısır çatışmalardan ötürü geri kalan, ilim ve bilimi arka plana atan İslam coğrafyası ise Birunilerin, Farabilerin, İbn-i Sinaların olduğu o parlak dönemleri bir türlü yeniden yaşayamıyor. Bir zamanlar ilmi, temizliği ve irfanı Osmanlı’dan öğrenen Batı ise geliştirdiği hile ve tuzaklarıyla yüzyıllardır İslam ümmetini bölüp parçalıyor.

Teknolojinin sunduklarıyla konuşanlar

Platon, “Akıllı konuşur, çünkü onun söylemek istedikleri vardır. Aptal konuşur, zira kendisinin bir şeyler söylemek mecburiyetinde olduğunu sanır.” diyerek sanki bugünleri tasvir etmiştir. Teknolojinin gelişmesi ve sosyal medyanın hayatımızın ortasına mıh gibi çakılmasıyla cep telefonlarımız ellerimize sağlam bir kelepçe gibi geçti, bizi esir aldı. Henüz internetin hayatımıza girmediği yıllarda ev ödevleri için şehrin en önemli kütüphanelerine gidilir, ciltli kitaplar açılır ve araştırmalar tamamlanırdı. Şimdi birkaç tuşla arama motorunda bilgiye ulaşabiliyoruz. Ömrünü ilme vermiş üstatların isimleri artık sadece kitap üstündeki bir etiketten ibaret. Zira yeni nesil muhakkik olmaktan uzak bir bakış açısıyla papağan gibi öğretilenleri tekrar ederek yetişiyor. Kâtip Çelebi, Ali Kuşçu, Mimar Sinan ve sayamadığımız nice değerli isim gibi coğrafyanın, matematiğin, mimarinin, tıbbın, astronominin dehaları şimdi yalnızca birer sınav sorusu. Günümüzün sosyal medya âlimleri(!) 280 karakterle dünyayı kurtarıyor, büyük laflar edip her şeyi kendilerinin bildiğini iddia ediyor. Herkes uluslararası ilişkiler uzmanı, herkes doktor, herkes psikolog, herkes gazeteci… Google’dan bulduğu büyük lafları küçük cümlelerle geniş kitlelere sunan parmakların çoğu, kitapların sayfalarını karıştırmaktan aciz. Üstelik bu acziyetini önemsemeden sağa sola fütursuzca saldırıp “en iyi ben bilirim” edasıyla yine sosyal medyadan öğrendiği yalan yanlış ve galiz ifadeleri kamuoyunun belleğine boca ediyor.

Saygının süslemediği ilim faydasızdır

Öğrenmenin ve -iyi ya da kötü- öğretmenin oldukça kolaylaştığı bir dönemdeyiz. Özellikle 80 ve 90’ların başında doğanlar okulda öğretmenden nasıl çekindiklerini sık sık anlatırlar. Oysa sosyal medyada önümüze düşen videolarda öğretmenleriyle dalga geçen, tahkir eden, üstelik bunu kayda alan yeni neslin saygısız fertlerini ibretle izliyoruz. Bu çocuklar üç üniversite bitirip beş dil bilse bile topluma ne verebilir? Saygının olmadığı yerde fikir, bedene oturmayan elbise gibidir. İnternet dolayısıyla herkesin her şey hakkında yarım yamalak bilgi sahibi olduğu günümüzde belki de yeni nesle öncelikle saygı duymayı öğretmeliyiz. Ardından kütüphaneleri sevmeyi, bilgiyi birkaç tuşa basıp küçük bir ekrana hapsedilmiş birer sınav geçirici anekdottan ziyade, başarı kapısına giden yolun en büyük anahtarı olarak kokusunda bile bir incelik olan kitapların yolunu ve hakkıyla çalışan bir muhakkik olmayı öğretmeliyiz.

Bilgi ve tecrübe ilişkisi

Çocuklar ve gençler genellikle ailelerinin zamanın gerisinde kaldığını düşünür. Bununla alakalı bir mecrada rastladığım yazıyı paylaşacağım:

“4” yaş: Babam her şeyi biliyor.

“5” yaş: Babam çok şeyi biliyor.

“6” yaş: Benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.

“8” yaş: Babam galiba bazı şeyleri biliyor.

“10” yaş: Babamın gençliğinde, her şey çok farklıymış.

“12” yaş: Aslında babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor.

“14” yaş: Babamın fikirleri çok saçma!

“21” yaş: Babam mı? Hiçbir şeyden anlamaz.

“25” yaş: Babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor ama o yaştaki insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.

“30” yaş: Bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur.

“35” yaş: Babama bir sorayım.

“40” yaş: Acaba babam bu konunun nasıl üstesinden gelirdi? Ne kadar deneyimli bir insandı.

“50” yaş: Babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini çok isterdim. Onun ne kadar akıllı olduğunu hiç takdir etmemişim. Oysa ondan çok şey öğrenebilirdim. Meğer babam haklıymış.

Bazen sadece eğitim, ilim, dünyayı gezip görmek, okumak da yetmez. Bunların yanında bilgi birikim ve tecrübe de önemlidir. Bu tecrübe de –istisnalar hariç- anne ve babalarda mevcuttur.

Ya ebeveynlerin de eğitime ihtiyacı varsa?

Günümüz gençliğinin sosyal medya bağımlılığı, hayatının her alanında kendisini üst seviyelere taşıyacak olan saygı kavramının eksikliğinden bahsederken bu gençlerin anne babalarına da değinmeden geçmek olmaz. Z kuşağının durumu malum ama bu kuşağın arada kalmış ebeveynlerini de sosyal medyada story paylaşıp hayali bir mutluluk ifşası peşinde koştururken rastlamak mümkün. Akıp giden zaman eğitimi öyle bir dönüştürdü ki, içinden insanı gerçekten “eğiten”, “adam eden”, “rahlei tedrisattan geçiren” kavramları cımbızla çekip aldı. Şimdi biz geriye kalanla mı idare edeceğiz yoksa Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in Gençliğe Hitabe’sinde bahsettiği “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir.” şuurunda bir gençlik yetiştirerek Türkiye’mizi ecdadının izinde çağa hükmeden bir ülke hâline mi dönüştüreceğiz? Bu sorunun cevabı Google’da değil, bizde! Yeter ki sormasını ve bulmasını bilelim…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir