PİRİNÇ TANELERİ VE GÖZYAŞI
PİRİNÇ TANELERİ VE GÖZYAŞI
– Elif Pınar –
Artık uçları dökülmeye başlamış siyah pardösünün kol ağzıyla, soğuktan donan burnunu ısıtmaya çalışıyordu. Vapur güvertesinde uzun süre oturmuş, iliklerine kadar titremeye başladığını fark edince, içeride, kalorifere en yakın köşeye ilişivermişti. Aslında dışarıda oturmak adeti değildi ama işte, martılara takılmıştı bir kere gözü. “Ağlamayasın hiç Nedimem. Kuş idi canı yavrunun, göçtü gitti en güzel yurda.” derdi Hafız Nine, böyle içi buğulandığı zamanlarda. Yaşasa on yedisinde olacaktı, kuşlara sorsa bilirler miydi, şimdi yurdunda rahatta mı, hicransız uykular konuğu olur mu diye?
Vapurdan inince Altunizade dolmuşlarına binip, siteye en yakın durakta inmesini tembih etmişti Gülçin hanım. Durağın adı kâğıtta yazılıydı.
“Çocuk bakıcılığı gibi bir şey değil yapacağın iş canım. Sadece bir ay için Londra’dayım. Oktay Bey sekizden önce eve gelmiyor malum. Beliz’in servisi ise beşte eve bırakıyor onu. İşte, okuldan geldiğinde ona kapıyı açacak, önüne akşam yemeğini koyacak, ödevlerini yaparken kendisine göz kulak olacaksın. Oktay geldiğinde de çıkıp gidersin. Günde üç saatini ayırıver bana. Gözünü seveyim Nedime… Bakıcı şirketleri üç saatlik iş için tam gün ücreti istiyor. Oktay yeni şirket kurdu, oraya borçlandık. Benim maaş da, bu yurtdışı eğitiminden sonra artacak diye umuyorum. Eee ekonomik durumlar, anlarsın sen hâlden.”
“Para mühim değil Gülçin Hanım. Bizim adam çalışmamı istemez hiç normalde. Oktay Bey sevdiği patronudur, kıyamadı. İki üç saatlik iş diye kabul etti. Bir de yürek sıkıntısı oluyor bende bazen, belki oyalanırsam geçer diye düşündüm de kabul ettim.”
Siteye vardığında anahtarı kimlik göstererek güvenlikten aldı. Ayakkabılarını çıkarmasına gerek olmadığını söylemişlerdi ama, ev dediğin yere necaset bulaşırsa, o evin bereketi kaçar diye bildiği için çıkardı ayakkabıları. Hafız Nine’nin ördüğü sıcacık patikleri geçirdi ayağına. Mutfakta günlük kalori hesabına göre hazırlanan yemek listesi asılıydı. Pek kuru, yavan şeylerdi. Yanına bir de şehriyeli pirinç pilavı ekleyiverdi. Zil çaldığında sofra çoktan hazır olmuştu. Koşarak açtı, Beliz dedikleri ceylan gözlü, gökçek bir kızdı gelen… “Yaşasa idi Zehra’mın yaşıtı…”
“Selam, sen yeni kadınsın sanırım. İçeri geçiyorum, yemek hazır olunca kapıya vurman yeterli.” Bunu derken ne kulaklıklarını çıkarmış ne de telefonundan gözlerini kaldırıp bir kez olsun Nedime’ye bakmıştı. Postallarla yatağına uzandığını gördü aralık duran kapıdan. Sofra kurulana kadar iki görüntülü konuşma yapmış, değişik saç modelleri ile yedi farklı selfie çekmişti Beliz. Nedime ellerini kuruladı, sofraya utana sıkıla yerleşti. Suyunu doldurdu, salataya yarım limon daha ilave etti. Yerken hep onu seyretti. Fakat Beliz üç whatsupp grubuyla aynı anda yazışıp, bir taraftan da yemek yediği için, Nedime’nin dertli kuzular gibi bakan gözlerini fark etmedi bile. Son tabağı da bittikten sonra sandalyeyi çekiyordu ki tam, Nedime hamle yaptı: “Tabağı sünnetleseydin kuzum, pirinç taneleri kaldı, ağlar arkandan sonra.”
“Ağlar mı? Komik misin sen?” derken yüzünde beliren alaycı gülüş canını acıtsa da Nedime’nin, belli etmedi. Tabakları makineye yerleştirdi, Beliz ders yaparken dinlediği Koreli tuhaf müzik grubunun şarkıları eşliğinde ara sıra kalemleri ile ritim tutuyordu. Nedime odanın diğer ucunda koltuğa kıvrıldı. Oktay Bey gelene kadar beklemek zorundaydı. Çantasından Yasin cüzünü çıkardı. Her gece yaptığı gibi Zehra’nın melek ruhuna hediyesini yolladı. Yaşasa, bu kız gibi mi olacaktı o da? Çağ, ona da böyle ruhsuzluk zehri mi enjekte edecekti?
“Cânı olan ağlar tabii. Unutulan, köşeye atılan, gurbete giden, sevdiği ölen hep ağlar. Pirinç olsa bile. Sonra gün gelir devran döner, senin ardından ağlanır. ‘Hüzün, can ve gönül ehlinin yoldaşıdır’ derdi Hafız Ninem. Nurlar içinde yatsın, yalan söyleyecek değil. “ Tabakları makineye yerleştirmeden önce kalan pirinç tanelerini peçeteye ayırmıştı, yolda giderken kuşlara verecekti.