Yunus Bize Sevmeyi Öğretti!

-Prof. Dr. Nevzat Tarhan-

O bize sadece dil öğretmekle kalmadı, sevgiyi de öğretti. Biz, Cenab-ı Hakk’ın sevilince bilineceğini “Ol dost ile benim işim ölüp dahı bitmeyiser/ Bu niçe ola kim bite çün gönülde dost sevile” diyen aşk müderrisi Yunus’tan öğrendik.

Tıpkı “Dinle neyden” buyuran gönül mimarı Mevlana Celaleddin-i Rûmî gibi, Yunus da, “İşitin ey yârenler” diyerek bizi aşka davet etti:

“Karanuluk sürülür âlem münevver olur/ Karanuluk yerine nûr ile gündüz gelir” dedi ve sevgiyle içimizi ve dışımızı saran âlemlerin münevver olacağını söyledi; karanlık dünyamıza ışık oldu.

Bir saba meltemi gibi içimize girdi, can kulağımızı açıp, bilmediğimiz, görmediğimiz illerden haberler getirdi. Onun bize verdiği haberle, kulağımız duydu, can gözümüz açıldı gönlümüz şad oldu. Varlığı “Dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar ile” bir bütün olarak kucaklamak gerektiğini; “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir” düşüncesini biz ondan öğrendik. “Hak’tan ayruk ne vardır, kalma gümân (şüphe) içinde” diyen Yunus bizi, karıncaya ulu (=Hak) nazarla bakmayı öğretti. O “Miskin Yunus gözün aç bak iki cihan dopdolu Hak!” diye Türkçe anlatmasaydı; anam, babam, atalarım ve dahi bütün Türkçe konuşanlar “eşyanın Hak ile kaim olduğunu” anlamayacaklardı.   

“Düşmüş idim o kaldırdı, varlığın bize bildirdi.” diyen Yunus, düşüp de doğrulanlardandı.

Düşenin nasıl doğrulacağını, kendinin Hak’ta ve hakikatte nasıl uyanacağını biliyordu. “Ya elim al kaldır beni/ Ya aslına erdir beni” diye niyaz ede ede kapıdan içeri girmişti. Tecrübeliydi. Dönüp, düşenlerin dostu oldu. İçeriden içeri nasıl menzil alacağını bilmeyen yolcuların, düşkünlerin yahut düşüp de yerinden kalkamayanların elinden tuttu. Sevdi, sevdirdi, sev (!) dedi. Kendisinin sevgiyle nasıl eğitildiğini, yontulduğunu, dost ile dost olduğunu anlattı. “Canım seni seveliden benim hâlim hâle döner.” dedi, bizim de hallerimizin hakka ve hakikate tahvil edilmesi gerektiğini anlattı. Bir eşik bulup yaslanmak gerektiğini söyledi. O eşiğin, yani Hakk’a açılan kapının Tapduk Sultan olduğunu bildirdi. “Evliyadır Hak kapısı, Yunus durur kapıcısı!” diye eşiğe durdu, gelene gidene Tapduk Sultan’ın, aşk ve muhabbet makamının adresini verdi. Sonra dönüp bize mahrem sırlarını açtı, kendisinin Tapduk’un tapusunda nasıl adam olduğunu, bir Tapduk bulup nasıl adam olmamız gerektiğini anlattı! İnsana bir Tapduk, bir Rab gerektiğini bildirdi.

Yunus bize iki denizi birleştirenlerle yüz yüze gelmemizi sağladı! Gönlümüzle tanıştırdı! Nefsimizle barıştırdı. Toprağa, karıncaya, insana, eşyaya, Hak nazarıyla bakmamız gerektiğini anlattı.

Yunus Bize Bilmeyi Öğretti!

Gelenler bildi gördü, buldu. Gelmeyenler ise ne bildi, ne gördü, ne de buldu. Gelemediler zira aşktan eser duymamışlardı. Onlara ölümlü olduklarını hatırlattı:

Ne gelmeğin gelmek durur ne bilmeğin bilmek durur

Son menzilin ölmek durur duymadın aşkdan bir eser

Kapıya kadar gelip de direnenlere, taşrada gezenlere, seyran edemeyenlere hayıflandı. “Hakikat var, şeriattan içeri!”dediyse de pek duyan olmadı. “Gözsüze fısıldadı, sağır sözü işitti!” Gözlü kulaklı muhteremler kapıda kalakaldılar. Hayfâ (!) dedi şunları söyledi:

Bular geldi tapuya şeriat tutdu durur

İçerü girübeni ne varın bilmediler!

Kendisi mes’eleyi çoktan çözmüştü, çözmek için çırpınanlara yol gösteriyordu:

Mâşûka halvetinin yedi kapısı vardır

Ol kapıdan içeri seyrân kılasım gelir

O içeri girenlerdendi. Bilgileri bu seyran ile derlediği dürlerden ibaretti. Taklit değil, tahkikti. Bizim de tahkike dönmemiz gerektiğini, ilimden irfana; suretten manaya geçmemizi istiyordu. “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler!” diye ikaz ediyor, temelsiz bilgilerimizi havuza atıyordu. Gözü çobanda gönlü yabanda, adı Müslüman gönlü keşişleri nefsini bilmeye çağırıyordu. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir!” diyerek, gerçek ilmin nefsimizi bilmek olduğunu öğretiyordu. Suyu kendi nefsimizin kuyusundan çıkaracağımızı, Leyla’nın da, Şirin’in de içimizde olduğunu bildiriyordu. Gönül testimizin kemal sahiplerinin ağızlarından akan çeşmelerden hemen şimdi doldurulması gerektiğini, “bin yıl dahi durursa kendisinin dolmayacağını”, dünün ve yarının olmadığını bildiriyordu. Zamanı, “yağmaya vererek” âna getirmemizi öğütlüyor; “dem, bu demdir” diyerek dudağımızı akan bir çeşmeye dayamamız, ledün pınarlarından kana kana yudumlamamız gerektiğini söylüyordu.

O, bize dinimizin sevgi ve bilgi; varlığın da Hak ve hakikat olduğunu öğretiyordu!

Nitekim öğretti de!

Yunus Bize Yol Öğretti!

O, dünya ambarındaki buğdayı elinin tersiyle itip gönül mahzenindeki hazineye talip oldu. “Bana seni gerek seni!” demesini bildi ve gönlünü yola çevirdi. Bizim gibi yolda yürümeyi bilmeyenlere dönüp yol tarif etti. Bize yol yordam öğretti. “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar.” diye ikaz etti, sevgi ve sabırla yolların nasıl aşıldığını bizatihi gösterdi. Yolları yola, çokları bire indirmeyi biz onun tarifiyle öğrendik:

“Âşık gönlünde çok yol var/ O yolda bin dürlü hâl var/ Kimse bu yolu anlamaz/ Küfr ü îmân satmayınca” diyerek Yunus’la birlikte küfür ve imanı bire dönüştürdük. Onun verdiği haber ve adresle şaşırmadık! Bütün derdimiz var olmak içindi. “Kimde varlık var ise gitmez gönül darlığı!” diye ikaz etti, varlığımızdan soyunduk. Yolda yokluğa uğradık. Vehimden kurtulduk, kendi gerçeği ortaya çıktı. Benliğimiz bize döndü; suretimiz öze döndü. “Ben bir âletim arada!” sözüyle irkilip, vücudu, vahide verdik.

Verdiği ilhamla sazımız dile geldi. “Diledi göre yüzün işide kendi sözün” kavlince kendinden kendine söz oldu konuştu; göz oldu görüştü. Varlık defterinden benliğimizi onun tavsiyeleriyle sildik ve kendimizi onunla bildik.

 “Yunus bir haber verir işidenler şâd olur/ Gence uğrasam diyen izlesin eren izin” kavlince bu söze kulak verip işitenler, erenler izini izledi, şad oldu, hazineye kavuştu. Her biri bir Yunus oldu.

Yunus Bize Allah’ı Öğretti!

Yunus bize, “Aslım Hak’tır şek değil” diyerek bizi varlığın özüyle tanıştırdı. Durduğu yerin “Tûr”, gönlü tecelliye mazhar olmayanların işinin zor olduğunu öğretti. Bu sonsuz tecellinin “Hak” olduğunu; “Hak’tan başka bir nesnenin olmadığını” söyleyerek bizi ikilik med-cezrinden kurtardı. Yaradan’ı orada burada değil, içimizde aramayı öğretti. Nereye dönersek O’nun veçhini göreceğimizi, parmağımızın değdiği havanın, aldığımız nefesin, hülasa varlığı bir derya gibi saranın “O” olduğunu öğretti. “Sen ve ben” denen yerde “Allah’ın olmadığını: “Gir gönüle bulasın Tûr/ Sen ben demek defterin dür” diyerek Cenab-ı Hakk’ın kâmillerin gönlünde tecelli ettiğini anlattı. “Her davadan geçen kişinin Hak’tan yana uçacağını” müjdeledi. “Hak doludur iki cihan!” diyerek görünen ve görünmeyen her şeyin O’nun eseri olduğunu bildirdi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir