MEYDAN-I AŞK İÇRE
-Elif Pınar-
Kar fırtınasıyla birlikte havaya karışan soluğunun dumanı, beyaz tipiyle birlikte bulutlara savruluyordu. İçindeki harlı ateşe dışardaki soğuk hava bile kâr etmezken üstelik… Hayatının votka limon mevsiminde bile, böyle kavrulmamıştı içi. Alkolü bırakmamıştı, alkol Numan’ı bırakmıştı. 72 yaşındaki o kadını ezip karşı kaldırıma sürüklediği gece, hayatın ona alkolden uzak durmaktan başka bir şans tanımayacağı belli olmuştu. O küçük limon dilimli bardaklara bu kadar sarılmasaydı, şehrin en gözde kulüplerinden birinde en iyi caz şarkıcısı olarak kariyerine devam edebilirdi. Ama boşandığı gün karısının da mahkeme çıkışı gözlerini kısarak söylediği gibi, “hayat acımasız” idi. Ya da acımasız olan hayat değil de tam anlamıyla insanın kendi kendisi idi.
Altı aydır gittiği terapisti ona bağımlılıktan kurtulmanın ilk şartının kendini sevmekle başladığını söylese de o, adamakıllı sevmenin nasıl bir şey olduğunu belki de hiç bilmiyordu. Her terapi sonrası trafiğe girmeyi göze almadığı için, metro ile muayenehane ve evi arasında mekik dokur olmuştu. Osmanbey metrosunun girişindeki müzisyenler hoşuna gidiyordu. Gösterişli müzik aletleri ile yaptıkları deneysel müzikler ruhuna sükûnet verir gibiydi. Rüyaları da değişmişti alkolü terk ettikten sonra. Evvelki kâbusların yerini nereye açıldığını bilmediği, ardını göremediği kapılar almıştı.
Bir gece annesini ziyaretten dönüşte, aldığı hayır duasının hafifliği ile uzun bir rüyaya dalmış, rüyanın sonunda iri, ahşap oymalı bir kapı kendiliğinden açılmıştı. Gri saçları omuzlarına değen, arkası dönük bir adam vardı kapının ardında. Beklediği o muydu? Bilmiyordu. Hafif ve ürkek bir hareketle omzuna dokunmak istedi, başaramadı. Yalnız gri saçlı adam sanki arkasında dikilen eski alkoliğin titremelerini duymuş gibi aniden başını çevirdi. İri gözleri vardı, uzaktan bakınca grimsi bir mavilik, sonra yeşile döner gibi oluyor, en sonunda karada karar kılıyordu. Âlemin tüm renkleri gözlerinde cem olmuş gibi bakıyordu. Numan, o gözlere daha uzun bakarsa kapı eşiğinde canını tüketeceğini hissederek kaçmak istedi. “Nefes ehlisin gel beri ya hu!” diye ünledi adam. Numan kalakaldı. Bu rüya birkaç kez tekrarlanınca, gerekli notları alarak terapistine anlatmak üzere yola çıktı. İçindeki harlı ateş, o rüyalardan armağandı. Metronun Nişantaşı çıkışında müzisyenlerin durduğu yerde bu kez kimse yok gibiydi. Siyah pançosuna sarılmış bir adam, muhtemelen bir evsiz, bağdaş kurmuştu. Çıkışa yaklaştıkça, evsiz sandığı adamın inceden inceye bir ney’e üflediğini fark etti. Damarlarına sızan tüm kaygılar, evhamlar bu sesle çekilir gibiydi sanki. Numan; yürüdü, yürüdü, daha çok dinlemek için daha yavaş adımlar atıyordu. Neyzene üç adım kala, adam ney’i bıraktı. Başını kaldırdı, Numan’ın taa gözlerinin içine baktı. Numan bir nazarla ateş kesilmiş gibiydi. Adam rüyasındaki sesle, ama daha da müşfik, hatta belki yalvarır gibi: “Gel beri ya hu!” dedi. Ve yerinden kalktı, siyah pançosunu ve neyini oracıkta bırakarak, hızlı adımlarla merdivene yöneldi. Numan hipnoz olmuş gibi, adamın adımlarından gözünü ayırmıyor, sokak sokak ardı sıra ilerliyordu. Yolculukları Teşvikiye Camii’nin avlusuna gelinceye kadar sürdü. Avluya girince adam durdu, ilk kez arkasını döndü, Numan’a baktı. Gülümsedi. Ayakkabılarını çıkardı, camiye girdi. Numan da peşinden camiye daldı. İçeri girdiğinde loş ışığın etkisiyle olsa gerek diye düşündü, kimsecikler yoktu. Derken bomboş caminin tavanlarına doğru bir iç ezan sesi yükseldi. Numan daha önce belki yüzlerce kez ezan duymuş, daha çok müzisyen kulağı ile eleştirilerde bulunmuş, mahallesinde camii hoparlörünün sesi kısılsın diye imza toplayanlar arasına kendisi de katılmıştı. Ama bu ses… Sanki ruhunu sakladığı kadife kılıflardan çıkarıp da önüne koymuşlar gibi, kalbinin iç yüzünü dışına çıkarmışlar gibi duyulan bu ses, onda mecal bırakmadı. Dizlerinin üstüne düşer gibi çöktü. Ezan sanki asırlarca devam etti. Hatta uzun asırlardır okunagelmiş ve bundan sonra da Numan’ın kulağında asırlar boyu okunacak güzellikte idi. Secdeye kapandığını, eline damlayan gözyaşlarını fark edince anladı. Secdede ne kadar kaldı, gözlerini dünyaya kapayıp, ol âleme açtığında neler gördü, Numan hayatı boyunca kimseye anlatmadı.
İleriki aylarda ondaki bu değişimi kimisi ölüm korkusuna, kimisi alkol sonrası yoksunluk sendromuna bağladı. Anlatsa gördüklerini ve duyduklarını halüsinasyon olarak nitelendirecek bir dolu insan vardı çevresinde. Belki kendisi de zamanla buna inandırırdı kendini. Ama işte o gün, o camiide ses kesilip, secdeden başını kaldırdığında başucunda duran kâğıdı görmeseydi. O kâğıdı yıllardan beri sedef bir sandığın içinde saklayıp, her namaz öncesi öpüp koklamasaydı. Kâğıttaki beytin aslını, asırlar önce yazılmış bir divanda, Yunus Emre Divanı’nda bulmuş, o, gözlerinde âlemin rengini cem eyleyen adamı bir daha hiç görmemişti.
“Bugün meydan-ı aşk içre, çağırıp bir ün eyledim/ Müezzinlik bizim oldu, imam olduk uyan gelsin..!”