Yol ve Yolcu

– Yusuf Samet ÇAKIR –

Hakikat bir deryadır, içmesini bilene.

Yola çıkıp dönen var mıdır? Yoldan çıkıp varan var mıdır?

Ömür bu ya, hep bir hasret… Uzaklar yakınlaşır da ya yakınlar uzaklaşırsa.

Enes, vuslat yoluna çıktığında daha 17 yaşındaydı. Hocası Abdülhak Talip, ona uzunca nasihat etmişti:

“Yolculuk bir keramettir, sana doğruyu da gösterir, yanlışı da. Sakın ola uyma şeytana, vazgeçme. Dikeni, gülü unutma.”

Enes, aşk ile yürümeye başlamıştı. Yola çıkmıştı bir kere. Çıktığı yol, gazaların en büyüğü, nefis yoluydu. Fani dünyada beşer ile mücadele edecek ve asla nefsinin hamalı olmayacaktı. İlk dersi; bilip de bilmemek, görüp de görmemekti.

Heybesindeki suskunluğu, dilindeki zikrine yoldaş olmuştu. Erenler diyarı Konya’da doğmuştu. Nasibinde, yanan ateşe köz olmak vardı. Babası Halit Abbas, Konya’nın meşhur ahilerindendi. Abdülhak Talip Hazretlerinin dergâhına müdavimdi. Hazretin gördüğü bir rüya üzerine, oğlu Enes’i, dergâhın hizmetine, Erenlerin safına dâhil etmişti. Hazret, rüyasında, Halit Abbas’ın evinde biten bir fidanın, dergâhta yeşerdiğini, filizlendiğini görmüştü. Aynı ay içinde de Enes dünyaya gelmişti. Doğarken kaderi çizilmişti Enes’in.

Şimdi, hocasından aldığı ilimle yola çıkmıştı. Bu yolda giydiği derviş hırkasını, ömrüne bir nakış gibi işleyecekti. Konya’dan, Akhisar’a vuslat edecekti.  Yaşı küçük diye, Türklerin ana yurdu olan Anadolu’nun kapısı Ahlat’a vuslat ettirmemişti Şeyhi.

Nefsinin hamalı olmayacaktı; gayesi, İslam’a hizmetti. Uzun bir yürüyüşten sonra nihayet Kervansaray ufukta belirmişti. Adımlarını daha bir hızlı atmaya başlamıştı. Birden, nefsinin onu hızlandırdığını fark etti ve yürümeye usulca devam etti. Yürüdüğü yol, ona şahit olacaktı. Kervansaraya gelip, Efendimizin sünnetlerinden birini uygulayarak, sofradan aç kalkmıştı. Kervansarayda geçen bir günün ardından, yola revan olma vakti gelmişti. Yolun neredeyse yarısından çoğu bitmişti ama kendisine yoldaş olacak, her şeyi bir kenara bırakıp hakikati savunacak bir kişi bulamamıştı henüz. Ümitsizliğe, yeise kapılmadan yoluna devam etti. Şeyhi Abdülhak Talip Hazretlerinin buyruğu üzerine, Akhisar’a gelmiş, çarşı ahilerinden Kazancı Bedri Usta’yı bulmuş, kazan almış ve yola yine revan olmuştu.

Yolda bir dere kenarında ikindi namazını kılmak için durdu, kollarını sıvadı, abdest almaya başladı. Birden bir ses ile irkildi.

“Selamünaleyküm Derviş!”

Dönüp arkasına baktığında, kendisinin birebir aynısını gördü. Birden korktu ve dokundu. Hissetmişti. Bir serap ya da rüya olamazdı. Şaşkınlıkla önüne döndü. Aynı ses, tekrardan konuştu:

“Selamünaleyküm dedik Derviş!”

Bu nasıl olabilirdi ki? Düşünmeyi bırakıp yüzleşmeye karar verdi.

“Ve aleykümselam.”

Enes, karşısındakinin kim olduğunu anlamaya çalışırken, ikinci bir ses, sessizliği tekrar bozmuştu.

“Selamünaleyküm Dervişler!”

Enes, arkasını döndüğünde, kendisinin birebir aynısı bir başka sureti daha görmüştü. Kekeleyerek:

“Ve aleykümselam.” dedi.

Dönüp ayağa kalktığı yerden, karşısındaki suretlerini izleyeme başladı. Aralarına sonradan üç kişi daha eklendi. Beş kişi oturup diz dize vererek zikir çekmeye başladılar. Enes, donup kalmıştı. Olduğu yere çöktü, başını ağaca yasladı ve gözlerini kapatıp o da zikrine devam etti.

“Suphanallah, suphanallah, suphanallah…”

Gözlerini açtığında, yanında kimseler yoktu. Kendisine tıpa tıp benzeyen o beş kişiyi aradı gözleri. Hayal mi gerçek mi seçemedi. Revan olduğu yoldan, yoldaş bulamadan döndü, geldi Konya’ya.

Şeyh’inin huzuruna çıkıp, kazanı verdi. Yolda bir Derviş edinemediğini ama rüya mı gerçek mi bilmediği bir olay yaşadığını söyledi.

“Şeyh’im, ben abdest alır idim, bana tıpa tıp benzeyen beş kişi orada zikre durdu.”

Şeyh Abdülhak Talip:

“Demek abdest alır idin, onlar zikrederdi. O vakit gidelim seni uyandırmaya.” der.

Enes, nefsinin beş halini görmüştü. Uyuyan nefsi uyanmış, Hüda yolunda zikre durmuştu.

Çıktığı yolda, Dervişhana yeni bir yoldaş aradığını sanmıştı, ona yoldaş olacak, yıktığı nefsiydi.

Şeyhi ile gönül hanesine kazıdığı Kuran-ı Kerim’i, kitabı mukaddesi hatmedip, uyuyan bedenini nefsine karşı tekrar uyandırmıştı.

Aşk ile yürürse, derdi veren de onunla yürüyecekti.

Enes, Derviş olup aşka vuslat edince, Yaratan’a, hakikatin bağrından geçerek, gönlünden satırlar, dizeler yazıyordu. Akşam olunca, ahali sohbet dinlemeye dergâha gelirdi. Bir sohbetinde, Hazret, Enes’in de satırlarından paylaştı…

Aşk-ı Hayat

Dâvâ aşkı ile yola çıkan

Sefere değil, zafere gidermiş

Aşk-ı hayat…

Bedenimize biçilen sır

Kalbimizin kanındaki saklı mücevher

Ruhumuzun imtihanı

Yolun başı

İnsanoğlunun yaşam ışığı

Aşk-ı hayat…

Yaratanın Âdem’e bir lütfu imiş

Şu dağlara tünemiş hüzün bizim

Kucak kucak nehirler dolusu hatta

Siner üzerimize her gece

Konuşur da içimizde

Bu elem, bu yas bizim

Bitmek bilmeyen

Tükenmeyen

Yüce umutlarla ruhumuzda gizlice gezinen

Bu, nefesimize ilişen

Aşkın gölgesi

Sebebi hüzün

“Aşk-ı Hayat” ile sınarmış bizleri

“Âşık-ı Sâdık” mı

Değil mi

Emin olmak için

Aşk’a vuslat

Hayat ileymiş

Bilmezmiş âdemoğlu âdem

Vuslata varamadığında da kızar

Kederle küsermiş aşkına

Dert edermiş

Bilseymiş, sabredermiş

Gayeyi anlasaymış, niyet edermiş

Usanmadan

Bıkmadan ve yorulmadan

Yine yoluna devam edermiş

Bilseymiş

Aşk-ı hayat

Gönlü iman dolu bir iksirmiş

Aklının odalarında

Gönlünün saraylarında hep aynı zuhur

Aynı fikir imiş

Bu yolu yürürken bildiği tek sır

Dilindeki zikirmiş

Bilirmiş

Aşk ile yürürsen

Derdi veren de seninle yürür

Enes, Şeyhi Abdülhak Talip’in onu onurlandırmasıyla nefsini terbiye etti. Garabete düşmedi ve oldum diyenlerden olmadı, öldüm diyenlerden oldu.

Genç Derviş, Aşk’a, hakikate sarılmıştı bir kere; tıpkı Yunus Emre gibi o da erenler diyarının nefis cellatlarındandı.

Akşam namazından sonra yapılan sohbetlerin birinde, Enes’e vuslat gözüktüğünü Şeyhi tebliğ etti. Enes, kırk yaşındaydı. Vuslatı, kutsal topraklardı.

Yol ona, o yola revandı.

Dergâhta, zikirhanesinde zikrini tamamladıktan sonra kâğıt ile mürekkebi tekrar buluşturdu. Yola çıkmadan, çoktan yola revan olmuştu.

Aşk’a Yolculuk

Vakit geldi

Zaman artık lehimize işliyor

Bilmezler, görmezler de

Ve sağırdırlar duyamazlar

Bu kutlu dâvânın mutlu insanlarını

Anlayamazlar

Bu yol nereye varır, nereden gelir

Beşer nereye gider

Kim bilir, kim bilmez?

Biz bilene anlatırız da derdimizi

Derdi veren de bilir bu yolculuk ne içindir

Neler içindir

Yol bu ya

Nereye, nasıl gideceğimizi

Sonunda ne göreceğimizi bilemeyiz

Yoldan da geri duramayız

Gittikçe, yürüdükçe

Yol alsak da varamamakla

Yine de

Bilmediğimiz bu yolu sahipleniriz

Bu yol bizim imtihanımızdır

Yürüdükçe aydınlanan

Aydınlandıkça etrafına ışıklar saçan bu yol

Nebi’nin Sina Çölleri’nde yürüdüğü

Hicret ederken bastığı topraktır

Yolcusu da topraktan gelen bir âdemdir

Yolculuk tamamlandığında

Sorarlar öykümüzü

İşitirler

Hesabımızı tutanlar da anlatırlar yolun gülünü

Dikenini

Yolculuk biter de yol bitmez

Yolun taşı toprağı sarar ayağımızı

Bizi terk etmez

Enes, kutsal topraklardan geldikten sonra, Şeyhi, dünya denilen duraktan göçmüştür.

Enes, dergâhta geçmişe göç eder, Şeyh’inin zikir hanesine gider. Namazlığını kaldırıp öper. On üç yıllık hasretten sonra, Şeyh’ine kavuşmanın sevinçli hüznünü yaşar.

Namazlığın altında, Şeyh’inin kendisine bıraktığı mektubu bulunur:

“Hakikat bir yıldız gibidir, nerede olursak olalım, her yerden görürüz. Adalet ise kutup yıldızıdır, gökyüzünden yeryüzünün yönünü belirler. Emanetlerim artık senin emanetlerindir. Molla Enes Efendi, vuslatın bittiğinde, sana yeni bir vuslat tebliğ olmuştur. Dergâha bir filiz dikesin, diktiğin filiz senin sırrındır.”

Enes, defalarca okuduğu hâlde, tekrar tekrar okuyarak, Şeyh’iyle hasret giderir.

Enes, artık, dergâhın şeyhi, Konya’nın ileri gelen âlimlerindendi. Gönlüne dikilen filizi, hakikatle yüzleştirmiş ve nefis mücadelesinde nefsini yenmiş bir cihangirdi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir