DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR – Salih DOĞAN
DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR
– Salih DOĞAN –
Üstad Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu ilk 28 kitabında tekrar etmeyen 146.500 kelime olduğunu biliyor muydunuz?
“Yok artık, hadi canım!” dediğinizi duyar gibiyim. Dilimizin kimliğimizi yansıttığı düşünüldüğünde; Üstad’ın olaya ne kadar hakim olduğunu görmememiz için herhâlde aptal olmamız lazım gelir.
Bizler kökleri asrılar öncesine dayanan kadim medeniyetin evlatlarıyız. Öyle bir medeniyet ki; attığımız her adım, aldığımız her karar tarihin sayfalarında tüm ihtişamıyla yerini almış bir medeniyetten bahsediyorum.
İnşa ettikleri mabetlerde, mumların erimesiyle ortaya çıkan isleri, ince hesaplamalarla yapılan hava yollarından tek bir odaya toplayabilecek mimari dehaya sahip ve bu mabetlerde kuşların da yaşayabileceğini göz önünde bulunduran bir medeniyet.
İhtiyaç sahibi insanların, zaruri giderlerini karşılamaları için, kimselere el açmasınlar diye sadaka taşları inşa eden ve alan el ile veren eli kimsenin görmemesini düşünecek kadar inceliğe sahip bir medeniyet.
Etrafındakilerin söylediklerini dikkate alsa da, halkın hâlini vaktini direkt olarak birinci ağızdan öğrenmek üzere tebdili kıyafet sokağa inen ve halkın derdini dinleyen tevazu sahibi padişahları bağrından çıkaran bir medeniyet.
Büyüklerimizden dinlediğimiz şu hadiseyi de duymayanımız yoktur.
Topkapı Sarayı’nın bahçesinde bulunan ağaçlarda mebzul miktarda karınca görülmesi üzerine, karıncalara kireç tatbik edilmesi düşünülür. Lakin Kanuni Sultan Süleyman yine de ilim ehline danışmak ister.
Ve şair kimliğini de ortaya koyarak hafızalara kazınan şu suali sorar:
“Dırahtı ger sarmış olsa karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca?”
Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’den gelen cevap ise aynı güzelliktedir.
“Yarın hakkın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca”
Tüm bunlar düşünüldüğünde, satırlarımın başında bahsettiğim noktaya yeniden geliyoruz. İlk 28 kitap ve tekrar etmeyen 146.500 kelime.
Dile kolay değil mi? Nasıl bir bilgi birikiminden bahsediyoruz.
Geçmişten günümüze tarihimizin her bir zerresine hâkim olmadan, böylesine bir işe imza atmak mümkün müdür?
Lafı uzatmaya, eğip bükmeye gerek var mı?
Necip Fazıl Kısakürek güzellemesi yapacak değilim, onun ne benim, ne de benim gibilerin güzellemesine ihtiyacı yok. Eserleri ortada. Büyük Doğu tüm aidiyetiyle orada duruyor. Üstada ait kitaplarda yerli yerinde.
Allah aşkına ondan sonra kaç kişi çıkarabildik, fikir sancısıyla yanıp tutuşan. Geçmişini, dünü bugünü ve yarını tahlil ederek bizlere rehber olacak kaç şairimiz, yazarımız ve fikir adamımız mevcut.
Bize geçmişimizi unutturma adına neler yapılmadı ki!
Elimizde bir Sezai Karakoç kaldı. Oda hayatta ama dünyada değil.
Şimdilerde gençlere bakıyorum da, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz olanları var.
Lakin sorsanız hepsi şair, yazarçizer.
Daha çok fırın ekmek yememiz lazım geldiği, akıllarına bile gelmez.
Yaptıkları çiçek böcek edebiyatıyla, reklam kokan hareketleriyle, fikirlerinden çok Allah vergisi görselliklerini kullanarak, işin sadece ticari boyutunu düşünüyorlar. Dertleri ne verebilirim değil, ne kazanabilirimden öteye geçmiyor maalesef.
Herkes Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un saygınlığına talip; çilesine talip olan yok.
Piyasada kendini yazar olarak lanse edenlerin kelime haznelerini toplasanız üç beş binden öteye geçmez. Ama kestikleri racon denizler altında yirmi bin fersah.
Dedik ya dilimiz bizim zenginliğimizdir.
Düşünsenize kendinizi anlatmaya başladığınızı. En güzel cümleleri kurar, tarife uygun kelimeleri seçmeye özen gösterirsiniz. Hangimiz kendinden bahsederken, kötü söz veya argodan bahseder ki?
Kendimizden yola çıkarak, kimliğimizi, geçmişimizi kısacası tüm bu unsurları anlatamaya kalktığımızda dilin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Dil bireye düşünme, üretebilme, düşündüklerini dışa vurabilme, bilgi edinme gibi konularda yardımcı olmaktadır. Gündelik yaşamımızda, geleceğimizi şekillendirmede, kişiliğimizin oturmasında ve hayatımızı idame ettirmede de ön plandadır.
Bu yönüyle dil daha çok bireyseldir. Çünkü kişiliğimiz biraz da dilimizle kazanılır ve kişilik aslında insanın dilinde gizlidir.
Dil ferdi ve milli kişiliği bünyesinde barındırır. Dil hayatın her safhasını kapsayan, her an onun içinde yaşadığımız genişçe bir dünyadır. İşin özü şudur ki; dil hayatın ta kendisidir.
İnsanoğlu tek başına yaşaması mümkün olamayan bir canlı türüdür. Bu sebeple etrafındakilerle anlaşabilmesi ve uyumlu bir yaşam sürmesi adına iyi geçinmelidir. Bunun birinci yolu ise yine dilimiz ile mümkündür.
Dil; bireyleri duygu, düşünce, hayal ve en önemlisi de dış dünyayı algılama açısından birbirine yakınlaştırır. Dil sayesinde ortak duygu, düşünce ve ideallere sahip olan bireyler arasında aynı zamanda ortak bir şuur da oluşur.
Bu şuur, ferdi olmanın ötesinde milli bir şuurdur. Milli şuur ise milleti ayakta tutan, geçmişini hatırlatan, değerlerini günümüze taşıyan, bugünümüzü en güzel şekilde yaşatan ve tüm bunları kapsayacak şekilde geleceğe yön veren hareketlerin bütünüdür.
Öylesine geniş bir dile ve kökleri maziye dayanan bir geçmişe sahip medeniyetin evlatları olarak; bizler bu noktada empati yapmalıyız.
Gündelik hayatımızda sadece yaşantımızı kolaylaştırmak ve karşımızdakilerle anlaşmak için kullandığımız dilimizi biraz daha zenginleştirmeli, geliştirmeliyiz.
Bunun için gerekli tüm malzeme yerli yerinde duruyor.
Sıkışıp kaldığımız o üç-beş kelime kalıbını yıkmalı, yerine yenilerini koymalıyız.
Unutmayalım ki, dilimiz toplumun birliğini sağlayan, geçmişle gelecek arasında köprü oluşturan en büyük zenginlik kaynağımızdır.
Dilin, kültüre anlam katan, ruh ve içerik kazandıran, duyguların, düşüncelerin kuşaklar arasında aktarılmasını sağlayan, vazgeçilmez değerlerin başında geldiğini de unutmamamız lazım.
Geçmişten günümüze sürekli gelişen güzel dilimiz; zengin içeriğiyle, dünyanın en çok konuşulan dilleri arasında mutlaka hak ettiği yeri almalıdır. Burada en büyük sorumluluk bizlere düşmektedir.
Türkçemizi çocuklarımıza, gençlerimize en ince ayrıntısına kadar öğretmek, bu güzel dil ile vücut bulmuş eserleri onlara tanıtmak ve sevdirmek en önemli vazifemiz olmalıdır.