Ruhu Çalınmış Gerçeklik: Beyaz Bant -Elif SÖNMEZIŞIK
Ruhu Çalınmış Gerçeklik: Beyaz Bant
– Elif SÖNMEZIŞIK –
İçinde yaşadığımızdan başka bir kültüre ait herhangi bir hikâye ile karşılaştığımızda söz konusu hikâyeye doğru noktadan bakmamızı sağlayacak verilere ve bilgilere ihtiyacımız var. Bu dünyanın her yerine böyle. Ancak bilgi işini yeteri kadar önemsemiyoruz. Çünkü hem yabancısı olduğumuz hikâyelerin cazibesi daha yüksek hem de ön hazırlık için genelde hiç vakit yok. Hızlıca maruz kaldığımız “başkalıklar” tereddütlerimizi tetikliyor ve kendi toprağımızın dinamikleriyle karşılaşmalarımızdaki bereketi örseliyor. Buna kısaca “yabancılaşma” deniyor.
Öyleyse sıradaki bir soruyla devam edelim: Bizi bize yabancılaştıran yalnızca başka yaşantıların, inançların, alışkanlıkların, kültürlerin, sanatın, değişimlerin etkisi mi? İlginçtir ama bunu tek başına sanat bile yapabilir. Çünkü sanat, kültürel bütünlüğün süzülmüş bir ürünüdür. İçinde inanç da vardır yemek yeme alışkanlığı da. Sanatın insana bunca nüfuzu olmasa, çoğu kültürün temelindeki ana dinamiklerin belirleyicisi olarak karşılık bulmazdı. Kabul edilmeli ki bugün bizi değiştiren ve dönüştüren çoğalımların çok önemli bir kısmı sanat iddiası taşımıyor. Hatta uzaktan yakından alakası bile yok. Bu bağlantıyı kurmaya sebep doğrudan sanat etkisiyle dönüşüyor oluşumuz da değil zaten. Sanatın sebebiyet ve ilham verdiği fasonların etkisi altında kalıyoruz. Vaktiyle biricikken binlerce kere ucuz ve basitleşmiş kopyası çoğaltılmış bina, melodi, peysaj, resim, fotoğraf ve sinema ürünleriyle muhatabız. Ahaliyi zıvanadan çıkaran biriciklerin yetkinliği değil fason türedilerin mecburiymişçesine başköşelere kurulması.
Bütün bunlardan ve detaylandırılabilecek birçok ihtimalden sebep dünyanın herhangi bir yerinde klasikleşmiş bir şaheserle muhatap olunurken dönüştürücü bir iksir olabileceği konusunda temkinli olunmalı. Neticede ne kadar şaheserse ve klasikleşmişse, mutlaka modern dünyada izdüşümleriyle o kadar yer bulmuştur. Bu her zaman kötü müdür? Elbette değil. Ama aidiyetini gözden geçirmeden karşıt bir dünyanın tesirinde kalmak riski taşıyor. Zira kültürel yatkınlık diye bir gerçek var ve aidiyetinin farkında olmayanlar için ferdî kaosa dönüşebilir.
Heneke’nin sineması, sık sık kültürel yatkınlığı düşündürüyor bana. En çok da Nazizmin kökenlerine inen Beyaz Bant filmiyle. (Das Weisse Band: Eine Deutsche Kindergeschichte, Yapım: Avusturya-Almanya-Fransa-İtalya, 2009.)
Küçük sapmalardan doğan ve nefsin merkeze alındığı çıkar dünyasında ilâhî ve dolayısıyla insani merkezden giderek ayrılan insanın cinnetini anlatma konusunda hep sıra dışı bir yol izliyor Michael Heneke. Kendi dünyasına ait sancıların en ileri noktalarını, bütün gerçekçiliğiyle ve düşünülmesi zor bir olasılıkla ortaya koyuyor. Bu yüzden bugünün teknolojiyle harmanlanmış modernliğini kıyasıya eleştiren Black Mirror dizisinin her finalinde Heneke’yi hatırlıyorum. Çünkü serinin bölümlerini onun başyapıtlarıyla ilişkilendirmek hiç de zor değil.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da Nazi düşüncesinin kökenlerine küçük bir kasabada yaşanan olaylarla iniyor Beyaz Bant. Bir nevi Nazi arkeolojisiyle buluşturuyor bizi.
İlâhî öğretilere rağmen mantığı ve sebep-sonuç ilişkisini takıntı hâline getirmiş Kuzey Avrupa ritminin olabildiğince en gerçekçi şekilde işlendiği film, aynı zamanda Heneke’nin devamlı olarak insanın kendini kaptırdığı rutinden şikâyet edip durduğu filmlerinden biri.
Ana metafor, disiplin uğruna toplumun hoş görmeyeceği sapmalar ve ebeveyn çocuk ilişkilerinde giderek sertleşen bir iletişim. Bundan iki kişi hoşnut görünmüyor: Biri çocuğu eziyet gören anne, diğeri köyün öğretmeni.
Çelik gibi soğuk yüzler ve sesler arasında, hiç tanımadığı anne sevgisinin ne olduğunu kavramaya çalışan, farkında olmadan sevgiye özlem duyan küçücük bir çocuğun, ölümün ne anlama geldiğini dinleyişi yürek burkuyor. Hayattan gerçek beklentilerin, küçücük bir topluluk içindeki sınıfsal katmanların ve çocuğun dimağındaki ailenin duvarlarına gömüldüğü bir dünya orası. Her iki taraf da giderek gaddarlaşıyor. Yüksek sınıf mensupları alt kesime, çocuklar da ailelerine karşı… Ama film boyunca merakınızı son hadde taşıyan o gizemin cevabını bulamıyorsunuz. Bulabildiğiniz buz gibi, ruhu çalınmış katı bir gerçeklik. Artık hangi yöne sapacağını tahmin bile edemeyeceğiniz garabet iması.
Heneke Beyaz Bant’ta, çocukların gelecekte Hitler’i desteklemesine nelerin sebep gösterilebileceği üzerine kurguladığını söylüyor ve “Bu çocukların Hitler’i iktidara getirdiğinizi düşünmenizi istedim.” diyor. Bu durum, geçtiği dönemin Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi olmasından da anlaşılabilir. Köyde yaşanan onca acayipliklerin üstüne savaşın gölgesi de düşünce filmdeki kareler kurşun ağırlığına bürünüyor.
Yine başımızı duvara çarpmışsınız hissi veren bir filmle daha kazıyor zihnimize Heneke. Kötülüğün sınırlarını çekinmeden ortaya seriyor. Zaten filmin en zor yanı, olayları ve kişileri değil, çağrışımları ve sonraya dair yürütebileceğiniz tahminler. Filmde görünmeyenlere dair uyanan fikirler, görünenden çok daha korkunç.
Açıkçası Beyaz Bant, sosyalist sanat güruhunun eline faşizme karşıt oluşturabilecek en kuvvetli donelerden birini vermiş. Hangisi olursa olsun insaniliğini koruyan bütün görüşler, filmin dayanağını ve delillerini inkâr etmeyecektir. Ancak ilâhî disiplinlerin sonradan insan eliyle saptırılmasını eleştirmekle birlikte, her seferinde ilâhî disiplinlerin kaçınılmaz sapmalar sonucu aykırı ve sadist toplumlar açığa çıkarabileceği mesajını da içeriyor. Bu mesaj, filmin satır aralarının derininde kalsa da başta İslamofobi olmak üzere sosyalist anlayışın ürettiği kutuplaşmalar ve sırf yaradılışa dayalı olduğu için dışladığı bütün disiplinler dolaylı olarak hedefe konulmuş oluyor.
Kuzey Avrupa’nın Nazizmi üreten katı fikirliliğini aksini savunurken de hâlâ muhafaza ettiği ve belki de daha da katılaştığı mültecilere yönelik muamelesinden ve yaptırımlarından da anlaşılabilir.
Ve sanat damıttığı kültürün öz sesi ise, “başyapıtlar”ı izlerken kültürel altyapıları dikkate alarak ve yansımalarını izleyerek daima tedbirli olmakta fayda var.