Kalb-i Mesele – Ebru AYTEKİN
Kalb-i Mesele
– Ebru AYTEKİN
Kalbimizi nasıl olur da keşfedebiliriz? Kapalı bir kutu iken, ondaki cevheri güzelliği nasıl bulabiliriz? Çok uzaklarda aramamıza gerek yok. Bilindiği gibi her çıkmaz yolun bir çıkarı, her kilitli kapının bir anahtarı bulunmakta. Hayat bir yol aslında, bilmeden giriyoruz çıkmazlara. “Kalpler ancak Allah (c.c)’ı anmakla mutmain olur.” İşte bir anahtar elimizde. Kapının tam önündeyiz, görebilirsek.
Peki, kalp gözü nedir? Kalp gözü açık olmak neyi ifade eder? Geçen zamanda, okunulan kitaplar bununla ilgili bilgiler sunar bize. Biraz araştırma ile kolayca edinebiliriz, iyi de tam anlamıyla, nasıl açılır bu göz kalbi?
Kudsi bir hadisi şerifte; “Bütün yerlere göklere sığmayan ben, ihlâslı müminin kalbine sığarım.” diye buyurmuş Rabbimiz. İşte bir kapı daha… Düşünün, böyle bir kalbi kırdığınızı. Doğrusu ürperiyor insan, bir değil bin kez düşünüyor. Eyvah ki, ne eyvah!.. Bazen düşünmeden söylenen bir söz çıkıveriyor ağızdan. En çok da en yakınlarımıza, hem de bizi en çok sevenlere… Biz gerçekten bize emanet edilen bu kalbin değerinin farkında mıyız? Önemini tam bilemediğimiz, tabiri caiz ise “mabed’den.” Kimleri izinsiz konuk ediyoruz? Sorduk mu hiç kalbimize? Kalbimizin kapısında bekliyor muyuz hazır vaziyette? Birileri girmeye çalışırken, “Sen giremezsin.” diyor muyuz? Giriş için; “Allah (c.c)’ın izni var mı?” diye soruyor muyuz kendimize? “O’nun sevdikleri girebilir sadece, O’nun evine. O’nun sevmedikleri giremez, zira bana ait değil bu kalp.” diyebiliyor muyuz? Ya da O’nun sevdiklerini hiç koşulsuz almak. Ne de güzel olurdu, kendi hırs ve bencilliğimizi sustursak. Kalbimizi konuştursak, nefes olsak.
Kalbin gözlerini açmak için, içine inmek gerek, en derine… Nasıl bir besin kaynağı var kimler var içeride. Gözler âmâ olmuşsa; ilaç gerek en şifalısından tez vakit.
Yunus Emre misali “Yaratılanı severiz Yaratandan Ötürü…” Geniş bir kalp… Sevdikçe genişleyen bir kalp… Büründüğü bu nurani hâli göstermekte bize. Kalbimiz kimlere emanet. Para, makam, ün, beğenilme vs. oysa, onun kimyasına aykırı bunlar. Kabul etmiyor bünyesi, yabancı cisimleri. Görsel bir teknoloji olsa, baksak nasıl olurdu kalbimize. Gerçek manada. Tıkalı damarlarının görünmeyen nedenlerine vakıf olsa idik. Hani içimizi dışımıza çevirsek de ne durumda olduğuna bir baksak. Görmeye cesaret eder miydik? Yoksa içinde bulduğu manzara karşında, içimiz cız eder miydi? Hırsları yüzünden kendini hasta etmiş olmasını kabul eder miydik kolayca? Öyle bir hâl ki, artık kendini duyamayan yorgun düşmüş bir kalp… Kalp hastalığı bu olsa gerek. Temizlik zamanı gelmiş de geçiyor zannımca. Hele bir de duya geldiğimiz “benim kalbim temiz” sözüne sığınan insanlar var. Tek sığındıkları, her şeye cevap olarak ezberlenmiş, tek cümleden ibaret hayatları. “Benim kalbim temiz.” İyilik ve merhamet bilmeyen bir kalp nasıl temiz olabilir?
Alim Tirmizi’ye göre; kalbin dört durağı vardır. Bunlar göğüs, kalp, iç kalp ve en iç kalp. Bunları iç içe girmiş çemberler gibi düşünürsek; göğüs en dışta kalır. Birini kalbinize koymanız hemencecik olmuyormuş işte, oysa hemen seviyoruz şipşak, hemen de unutuveriyoruz ya, o en dipteki katmana ulaşamadığından. Öyle kolay olmasa gerek oradan firakı… Kimimiz farkında değiliz bu durumdan. “Bıçağın saplanma derecesi gibi”, tabir biraz afaki kaçabilir ama ne kadar derinse o denli tesiri olmakta.
Bahar temizliği gibi kalbimizi de iyice bir temizlesek, ne güzel olurdu. Hani arada yokluyorsunuz çevrenizi, yavaş yavaş uzaklaşıyorsunuz birilerinden; bu eylem bazen farkında bazen de fark etmeden gerçekleşiyor. Kendimizce bir temizlik işlemine girişiyoruz. Hep bir atar, hep bir gider tavırlarımız. Çevren hep kıskanç ve haset, sorsan kimsenin yok dostu, kendinden başka. Samimiyeti kaybettikten sonra baktık, unuttuk kalbimizi…
“Kulum bana bir gelse ben ona on adım giderim.” Yaratan bizi bizden iyi bildiği üzere cefada, sefada hâlimize şükür. Kaybetmek kolaydır oysa görüşmemek de. Peygamber Efendimiz (sav), Ebu Cehil’in kapısına yüz kere gitmişken, biz hemen vazgeçiyoruz bir anda.
Kesilen konuşmalar. Sanırsın arada büyük olaylar var. Bize taptaze bir gül bahçesi teslim edildi. Biz o yurdu viran kıldıysak vah bize, vahlar bize!
Onca okutulan kişisel gelişim kitapları, sizin ne kadar önemli olduğunuzu beyninize boca etti. Ego tavan yaptı. Duruşunuza, sesinize hatta kıyafetinize, her şeye karıştı. Peki sonra, herkes böyle oldu. Gereğinde alttan almayı, ne olursa olsun özür dilemeyi, hatanın kabulünü, yardım severliği öğretmedi. Ya da onlar için “kalbi mesele” mesele değildi. Sonrasında başarılı ama depresif kişiler topluluğu. Sevilmeye ihtiyaç duymaya başlayan kişiler. Bir patron çalışanlarını kastederek: “Beni sevmiyorlar, biliyorum.” demişti, bana. Ne acı bir itiraf, birlikte zamanınızı geçirdiğiniz, aynı ortamı paylaştığınız, neredeyse ailenizden daha fazla gördüğünüz bu kişiler, sevmiyor sizi. Negatif bir ortamda günleriniz geçerken, kalbiniz içten içe içerliyor buna, sessiz sedasız bir haykırış ile…
Unuttuk bir günaydın demeyi komşumuza. Bir gülümse bile iş gereği oldu kimi zaman. Kimseye küsmüyoruz artık, oynamayı öğreneli… O yüzden her yüze gülüp konuşana kuşkucu olduk. Herkesle aynı muhabbette olana temkinliyiz. Boşuna değil, herkesle anlaşana güven duymuyor olmamız. Bana kimse küsmüyor diye, endişe duymuyor değilim. Kalbine inemedik diye içerlemeli mi?.. Mesai harcamışsınız birlikte, onca sohbetiniz var belki de sonra bir gün “zaman ayıramıyorum sana” ne demek. O telefon, sosyal ağlara erişim için değil sadece, aramak için, sesi işitmek için, öncelik görevi bu.
Belki yanlış anlamışsındır; bir derdi olamaz mı? Belki de kırgındır kalbi sana. Mektup yazmıyoruz artık, gelmesi için aylarca yolunu da gözlemiyoruz. Uzun uzun methiyelerde düzmemize gerek yok. Günümüzde iletişim olanakları ortada, gönül almak bu kadar kolay işte…
Kalp önce açılacak dostlara, kırılan gönüllere, en yakınındakilere, temize geçilecek bir güzel… Sonra, kapılar tekrar yoklanacak. Kalbinizin coğrafyasını genişletin, yeni topraklar edinin. Yunus misali…