Hayali Cevdet Efendi – Elif PINAR

Hayali Cevdet Efendi

– Elif PINAR –

Elleriyle yaka iğnesini toparlamaya çalışan kolalı gömlekli adam beni görmedi. Pardon ütülü demem lazımdı, artık kimse gömlek kolalamıyor. Bu sizi üzmeyecekse şunu da itiraf edeyim, yarım saate yakın otobüs durağında oturdunuz. Hemen çapraz kaldırımdaydım. Siz de beni görmediniz. Tıpkı geçen pazar daldığınız mağaza vitrinine yansıyan, omzunuzun hemen gerisinde dikili duran siluetimi fark etmediğiniz gibi… Paniğe kapılmayın, ben alıştım. Yıllardır gök ile yer arasında gezinir dururum da beni kimseler görmez. Bakıp da teğet geçilen, nazarların üzerinde merakla karar kılmadığı silik bir noktacığım. Ama nokta deyip geçmeyiniz azizim. Gözbebeği de bir noktadır. Lakin göz bebeğinin taa içinden gönül çocuğuna yol bulanlar için görülenler, bakış hapishanesi ile sınırlı kalmaz. O görülenler ki hayal ufkuna yol almış gemilerdir artık. Bu yönümü bilenlerin, hususen çocukluğuma şahit olanların bana Hayali Cevdet ismini takması da bundandır.

       Aslına bakarsanız, her şeyin bir aslı, bir de evveli, ilki vardır malumunuz; annemin hastalık günlerine denk gelir ömrümün de ilk hayal yolculuğu… Akciğer kanserinden öldü ölecek kadının yattığı hastane odasına, “anacığını son bir kez görsün yavrucak” denerek alelacele sokulmuş bir çocuk olarak, dokuz yaşında var ya da yoktum. Odanın kesif ilaç kokusunu dün gibi hatırlarım. Açık pencere camının uçuşturduğu tülleri bir de…

         İnsanın hayatında her zaman olmaz bu anlar. Kederin dev bir tsunami dalgası gibi üstüne üstüne geldiği o anlardan asla kaçış imkânın olmaz, iki seçeneğin vardır sadece. Ya dalganın altında kalıp, boğularak can verecek, ya da dalganın üstünde kalma mücadelesi vereceksindir. İşte annemi solunum cihazına bağlı o yatakta, yüzünün derisi kemiğine yapışmış gördüğüm o an, zihnimin hayal kuşları tuttu benim de ensemden, dalgaların üstüne çıkarıverdi. Kendiliğinden oynamayı tam o dakikalarda öğrendiğim, hayat boyu can simidi gibi benimle olacak bir oyun oldu bu, hayal kuşlarının oyunu. Ağlamamak için dişlerimi sıktım önce ve hastane camının perdelerine kaçırdım bakışlarımı. Hayır perde değildi onlar, annemi iyileştirmeye gelmiş perilerin tülden eteklerinin raksıydı. Ya damarları belirginleşmiş kollarındaki serum iğnesini tutan yara bantları? Yara bandı mı, hayır hayır dikkatli bakın. Annemin kokusu nice çiçekten güzel olduğu için, kollarına konmuş beyaz bahar kelebekleri değil de neydi onlar? Ve annemin yedi iklime bedel güzelliği, öyle uluorta saçılacak bir güzellik miydi? Ondan yüzüne takmıştı o yarı saydam peçeyi. Siz hâlen o peçeye oksijen maskesi demekte inat edin.

      Hani ünlü futbolcuların biyografilerinde anlatılır ya, o yılların halı sahalarda fırtına gibi esen küçük Ayhan’ı, şimdilerde milli takımın en gözde oyuncularından falan diye. İşte ben de o yılların acılara, hayalleriyle çelme takan küçük Cevdet’i; büyüdüm ve ışıltılı caddelerin karanlık bakışlı insanlarının, Hayalî Cevdet’i oluverdim. İnsansanız, bir kalbiniz varsa depreşmemesi imkânsız şu alengirli dünyada. Sokağa adım attığınız gün görüyorsunuz çünkü işte, marketteki kasiyerin titreyen elinde, otobüs şoförünün buğulanmış gözlerinde… Acı, yüzsüz bir ziyaretçi gibi kol geziyor evlerimizde, ofislerimizde, berberimizde, pazaryerinde… İki gözüm, ciğer köşem, İstanbul’um, acı senin her yerinde… Ama sen İstanbul isen, bana da Cevdet derler. Söker mi bana, işler mi, korkutur mu, yıldırır mı yaşamaktan? Senin duvar diplerinde, köprü altlarında, gecekondudan dönme sıvasız apartman görünümlü evlerine sinmiş, akşam yürüyüşlerinde yolumu kesen acıların varsa benim de hayallerim var dağ gibi işte.

Mendil satan çocuğun önüne bir ellilik atmakla kalmam, onun göğsüme çöktü çökecek acısını da hayallerimle savarım. Mendilci çocuk, aslında tebdil-i kıyafet edip şehre inmiş peri padişahının oğludur. Üstüne iliştiği, gazete parçası sandığımız şey ise aslında uçan halıdır. Gece yarılandığı anda, sokağın tehlikeleri yahut dilenci mafyası ile yüz göz olmadan, havalanıp gidecektir halısıyla Kaf dağındaki emniyetli sarayına… Şu postaneden emekli Nermin Teyze, hani komşuların, oğulları tarafından terkedilmiş sandığı, pazar poşetlerini taşımakta zorlanıyor gibi görünen teyze… Hemen koşar, poşetleri elinden kapar, evine kadar taşırım. Ama taşırken de “zavallı kadın, kimse aramıyor sormuyor, bir başına onca yükü taşımak zorunda kalıyor” diyerek içlenmem. Çünkü bizim pazar poşeti sandığımız şeylerin, uzaktaki torunlarının her hafta gönderdiği düzinelerce kırmızı gülden müteşekkil olduğu hayalini kurarım. Teyzem, komşulara gösteriş olmasın diye poşetlere koymuş gülleri besbelli, biz de evine taşıyıverdik, ne olmuş yani.

         İşyerimin sokağının tam karşısında bir ev var. Son iki aydır dev bir Türk Bayrağı asılı camında. Evin tek oğlunun Güneydoğu’da şehit olduğunu söylüyor tüm mahalle halkı. İşte siz bakar, yalnızca bayrak asılı camı görürsünüz. Bense, hele de cuma akşamı ise, selalar okunmakta ise gök kubbeye karşı, o vakit pencerenin çok yükseğinde, neredeyse bulutların dibinde başka bir Türk Bayrağı daha görürüm. Penceredeki bayrağı selamlar tüm ulviyetiyle… Evin tek oğlu cuma geceleri, nurdan bir kandil gibi iner yeryüzüne… İşte elindeki o bayrak ile… Bazen de bayrakla yekvücut olduğunu hayal ededururum. Kaşlarının hilali karışmış bayrağın hilaline…

      Tüm bunları size içtenlikle anlattığım için beni deli sanmayınız. Hayır efendim, deli değilim, geçmişimde herhangi bir taşkınlık yahut suça karışmışlık da görülmemiştir. Uzaylı da değilim, sizler gibi bir insanoğluyum. Ben de her sabah yüzümü yıkar, traş olur, işe gider, çoluğumun çocuğumun nafakasını çıkarırım. Aramızdaki tek fark, sizin yaşamınız ve zihninizdekiler yazıya dökülse ortaya en fazla hava durumu raporu çıkacakken, ben her gün zihnimden, kalbimden şiirler devşirir, toplarım. Ancak böyle nefes alırım. Aslında belki de o Üsküplü şairin nasihatine uyarım:

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar!..

   İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir