Eskimiş Yaseminler – Elif PINAR
Eskimiş Yaseminler
– Elif PINAR –
Rüzgâr, iskelenin yamacında sert bir poyraz halini almıştı. Bu mevsimde adanın etrafı çelikten bir yelek giymişçesine güneşin sıcağını içine geçirmez, insanda daimî bir ürperti hissi uyandırırdı. Bugün ben, o ürpertiyi hissedemeyecek kadar içimin kulaklarının sağır, gözlerinin kör olmasını isterdim. Dünyanın bütün iklimleri, kavurucu çöl sıcakları, kutup soğukları varlığım üzerinde şanslarını deneseler bile, bende yokluğunun kalp ağrısından başka bir his tecelli ettiremezlerdi.
Saçımın ucuna takılı kalan kuru yaprak parçasını, kimseye fark ettirmeden silkeledim. Yokuşu tırmanırken, vapur güvertesinde müzik yapan, o neşeli genç grubun arkamdan geldiklerini, kahkaha seslerinden anlar gibiydim. İçlerindeki mavi bereli, eli gitarlı çocuk Cem Karaca’dan “Tamirci Çırağı”nı söylemeye başladığında, niye rahatsız olmuş gibi apar topar içeri kaçtığımı, onlara anlatamazdım. Ağladığımı… Anlatamazdım.
77 yılının çokları için kavgalar, çatışmalarla dolu olan bahar ayları, ben ve arkadaş grubum için pek de kaygılı geçmiyordu. Çocukluğundan beri Boğaz semtlerinden dışarı çıkmamış, herhangi bir kenar mahalle sancısına tanık olmadan, Güzel Sanatları kazanıp, yazları Paris’te bir heykel atölyesinde, özel dersler alarak yaşamını sürdüren beni şaşırtan yahut kederlendiren bir şey olsa da, sanatçı ruhum fırtınalarda savrulsa diye dileklerde bulunduğum da vakidir. Güzel Sanatların “Bahara Merhaba” pikniğinde, Emirgan korusunda yaptığımız kahvaltının ardından, bağlamaya eşlik eden “sesin” konuk olmuştu önce dünyama. Cem Karaca’yı taklit etmeye çalışarak, Tamirci Çırağı’nı söylüyordun. Ama sesin öyle tiz bir perdede yayılıyordu ki; taklidin bazen gülünç bir hal alıyor, bazen de kendi sesini yakaladığın zaman herkeste enteresan bir ruh hali bırakıyordu. “Adım Hasan” deyip, elini uzattığında; kısılan gözlerini gün boyu yakalamaya çalışmış, gördüğüm en güzel toprak renginin bu gözbebeklerinde saklı olduğuna inanır olmuştum. O günden sonra bir kez bile ayrılmadık. Ama yine de arkadaş grubumuz içinde gruba ilk veda eden, sen oluyordun her gün. Son ada vapuruna yetişebilmek için. Ailenle Burgazada’da yaşadığını, yaz-kış orada ikamet ettiğinizi biliyordum. Ama ailen nerelidir yahut ne iş yaparlar diye sorsak da sen bir şekilde geçiştirmenin yolunu bulurdun. Herkes ikimizi birbirine çok yakıştırırdı; sevdiğimi biliyordun, sevdiğini biliyordum. Yine de bunun platonik bir duygusallık hâlinde kalması gerekiyormuş gibiydik ikimiz de. Birbirine deli gibi âşık iki arkadaş!
80 İhtilali’nden sonrası da Boğaz semtlerinin çocukları için öyle trajedik bir vaka anlamına gelmiyordu. Sensizlik dışında… Okulu bırakmıştın. Tek bildiğim ağabeyinin bir derneğe üyeliği yüzünden başının derde girdiği, bu yüzden tutuklandığı, babanın bu yüzden kalp krizi geçirdiği idi. Ve senin babanın işlerinin başına geçmiş olman. Tamam da, babanın işi neydi, bir holding mi, bir mağazalar zinciri mi? Zaman içinde mezuniyet telaşına kapılan bizler için, Hasan da, ara sıra lafı sözü edilen eski bir anı hükmünü almıştı. Yazın Paris’te dersler aldığım atölye, mezuniyet sonrası bana iş teklifinde bulunmuştu. Hem orada yüksek lisans yapacak, hem de atölyede çalışıp, arta kalan zamanda müzeleri, sergileri gezebilecektim. Annem gidersem geri dönmeyeceğimden çok emindi. Mezuniyet partisinden bir hafta sonra arkadaşlarla Kalpazankaya’ya gittik, akşama kadar yüzdük, yiyip içip eğlendik. Kalabalıktık, sırt çantaları, bisikletler derken iskeleye kadar yürümeyi kimse göze alamadı ve önümüze çıkan ilk faytona bindik. Faytoncu, birkaç yüz metreden sonra ter içinde atların üzerinden indi. “Buradan sonraki iniş biraz zorlu, bizim oğlan indirecek sizi iskeleye doğru” dedi. Sağ yamaçtaki tek katlı evlerden birine girdi, evin önündeki ahırın keskin kokusu burnumuza çengel gibi asılıydı. Sonra başında kırmızı kasket, üzerinde solgun bir tişörtle; genç kavradı atların dizginini. O andan sonra hiçbirimiz konuşamadık. Faytoncu Cemil’in oğlu Hasan… Güç bela Güzel Sanatlar Resim bölümünü kazanmış, ağabeyinin hapse girmesiyle beraber, ressamlık hayallerini de kalbinde gizli bir kuytuya hapsetmiş, baba mesleği faytonculuğu devam ettirerek yaşayan Hasan… Bizden bu garipliğini yıllar yılı saklamış, muhtemelen üç beş yıl sonra köyünden bir kızla evlendirilip, Cem Karaca ezgilerine de veda edecek olan Hasan…
Faytondan indiğimizde yine hiç konuşmadan, başın yerde, önüme bir yasemin dalı fırlatmış, hızla çekip gitmiştin. O yasemin dalı sevdanın son aks-i sedası gibi yıllarca bir defterin arasında durdu. Paris’te uzun yıllar yaşadım, İstanbul’da sayısız sergiler açtım. Evlendim, boşandım. Bir oğlum oldu. Onunla aldığımız ortak karar neticesi bu ay bir Huzurevi’ne yerleşeceğim. Seni sevmenin ötesinde senin o aslan gibi gururuna, yürekli tavrına hep hayran oldum. Sadece bunları söyleyebilmek için kırk yıl beklemem gerekti diyebilirim.
Gönül isterdi ki, bunları o kolayca kısılan dünyanın en güzel toprak gözlerine bakarak söyleyeyim. Ama mukadderat… Talihime mezar taşın düştü. Acı bir zemheriymiş öldüğün gün. 42 yaşındaki kırık bacaklı donmuş cesedini, adanın en sivri yamacında bulmuşlar. Geride 4 yetim yavru, hiç dillenmemiş bir sevda, çizilmemiş resimler ve kuru bir yasemin dalı bırakarak…