Dilaver Bardağı Yıka Bana Çay Ver – Uğur CANBOLAT
DİLAVER BARDAĞI YIKA BANA ÇAY VER!
– Uğur CANBOLAT –
Yıllar önceydi. Bir emlakçıda çalışıyordum. Altımızda ‘Dilaver’in Kıraathanesi’ vardı. Misafirlere çayları buradan söylerdim. Patronum; delikanlı, mert bir adamdı. Cömertti. İkram etmeyi seven bir yapısı vardı. Gelenlere çayın dışında da muhakkak bir şeyler ikram ederdi.
Geleni gideni de boldu.
Dükkânda muhabbet kaynar, söz söze eklenirdi. Farklı meslek gruplarından, kültür havzalarından burada çok insan tanıdım.
Kendi arayışımın kapısı burada açıldı.
Sorgulamalarım bu dönemde başladı.
Dükkânda boş zamanlarda kitap okurdum. Bunu bilen patronum ‘’vitrine koy’’ diyerek fazladan kitap getirir, okumamı gizlice teşvik ederdi. Hatta gelen bazı arkadaşlarına sattırdığı da olurdu. Ücretini kendisi almaz bana harçlık olarak bırakırdı.
Kendisi de okumayı seven patronum, yalan yakalama konusunda ustaydı.
Karşıdaki insanın kaçamak noktalarını hemen fark edip üzerine giderdi. Onları sıkıştırıp itiraf ettirmekten müthiş bir haz alırdı. Böylece kendisine kül yutturulamayacağını bir kere daha görmüş olurdu.
Dükkânda o nedenle yalan konusu sıkça gündeme gelirdi.
Yine öyle bir gündü.
Uzun süren bir sıkıştırma, kaçma ve kovalamacının ardından muhatap artık saklanacak yer bulamadı ve yalanını itiraf etti.
Patronum çok yorulmuştu bu defa. Başkaları da ofiste olduğundan bu kadar uzun sürmesine canı sıkılmış gibiydi.
Yapacak bir şey yoktu.
Muhatap kaviydi ama çözmeyi başarmıştı.
Kişiyi dükkândan kovdu, bir daha ayak basmamasını da yüksek sesle tembih etti. Bana dönerek; ‘’Ben yokken gelirse sakın alma, zorlarsa hemen bana haber ver’’ dedi.
Tamam dedim çar naçar.
Derken Ayvaz geldi.
Ayvaz, bizim emlak ofisinin bir numaralı müdavimiydi. Ondan çok şey öğrendim.
Ayvaz bulunduğumuz yörenin en zengini olan hacı amcanın oğlu. Hiç para harcamaz. Daha doğrusu paraya değer vermez. Ona siz elinizle numaralarını aldırdığınız bir trilyon para verseniz, seneye geri isteseniz aynı kâğıt parçalarını size eksiksiz iade edebilir. Bu kadar paranın uzağında…
Ekmek kaç para, su ne kadar, dolmuşun ücreti nedir bilmez.
Dolmuş dedim de şoförler onu çok severler. Hemen yanlarına oturturlar, muhabbet ederek gidip gelirler. Zaten Ayvaz bir yere de gitmez.
Onun kendine göre bir planı vardır. Tüm ömrünü bu plana uygun olarak geçirir. Nedir derseniz anlatayım.
Sabah saat 11.00’de evden çıkar. Bizim gibi kendisini dinleyen ve saygı gösteren esnafların dükkânlarına uğrar. Onlarla yârenlik eder. Üstü kapalı gelmek şartıyla çaylarını içer, saat 15.00 civarında eve döner. Çizgili pijamalarını giyer, takvim yapraklarını okur, yaz-kış saat 21.00’de yatar.
Hayat akışı budur.
Hiç evlenmemiştir.
Çok titizdir demiştim ya, temiz giyinir gerçekten. Takım elbise ve kravatsız olarak sokağa çıktığı neredeyse görülmemiştir. Gömlek kol düğmelerini sıkça değişir. Boyasız ayakkabı asla giymez. Her gün muhakkak tıraş olur. Olmayanlara da çok kızardı.
Henüz mükemmeliyetçilik, titizlik anlamlarına gelen OKB’ nin ne demek olduğunu bilmediğim zamanlardı.
Bizler yalan yakalama kovalamacasından yeni çıkmıştık ki; Ayvaz alı al, moru mor içeri girdi.
‘’Olmaz böyle şey!’’ diyordu.
Ne olmaz Ayvaz abi, ne olmaz!..
Oturdu. Uzunca nefes aldı. Azıcık sakinleşti ve sonra anlattı.
Ustam Rüzgâr’a anlatınca konuyu;’’bunlar toplumun renkleri’’ dedi. Güzel insanları. Bu kişiler, toplumun sıkışmışlık yanlarını rahatlatır, somunlarını azıcık gevşetir. Hep mengeneye sıkışmış halde yaşanamaz.
‘’Konu neymiş?’’ diye sordu, ardından. ‘’Anlat hele!’’
Ayvaz, bizim ofisin bulunduğu pasajın altındaki Dilaver’in Kıraathanesi’ne gitmiş. Eline yıkanmış temiz bardağı alarak, tuttuğu parmaklarını oynatıp seslenmiş:
“Dilaver, bardağı yıka, bana çay ver. Ben ibrişimim. Tutunca parmak izlerim çıkmasın!” demiş.
Dilaver’in işi başından aşkın… Yüzüne bile bakmamış ama sesini yükselterek, cevap vermiş.
“Girme ocağa, sana çay yok!” demiş.
Alt metin olarak; git başımdan seninle uğraşacak hâlim yok, mesajı veriyor.
Ayvaz bundan hiç hoşlanmamış.
İlgisizlik onu kahreder. Bulunduğu ortamda, bir başkasının sürekli konuşmasına bile tahammül edemeyecek kadar hassas bir yapısı var.
Sakinliğini hiç bozmadan elindeki bardağı göstererek, cümlesini tekrar etmiş.
“Dilaver, bardağı yıka bana çay ver. Ben ibrişimim. Tutunca parmak izlerim çıkmasın!” demiş.
Dilaver, aynı cevabı şiddetini artırarak, bir daha vermiş.
“Girme ocağa, sana çay yok!!!”
Ayvaz kendisini kaybetmiş tabi.
‘’Peki, ne yaptın abi!’’ diye sorduk hep bir ağızdan.
“Azizim, kafa kol bi girdim, pencereleri aşağıya indirdim” dedi.
‘’Eee, sonra peki?’’ dedik.
‘’Ne olacak sonra? Oturttular bir masaya beni, buyurun Ayvaz bey, ne alırsınız Ayvaz bey diye soruyorlar. Köftehorlar. Hürmetinizi önce yapsanıza… Beni ne yoruyorsunuz!”
Bu son cümleyi duyunca koptuk hepimiz.
Makaraları saldık.
İlahi Ayvaz abi, ne iyi yaptın gelmekle!..
Tüm yorgunluklarımızı aldın sen, yorulmuş olsan da…
Bir arkadaşımdan duydum, Ayvaz birkaç yıl evvel Hakka yürümüş.
Ona rahmetler olsun.
Ustam Rüzgâr, sonuna kadar sessizce dinledi. Pek bir keyiflendi.
Ve “adam şimdi de yaşıyormuş” dedi.
İki dünyalı olanlardan olmak ümidi ile…